sponsorlu bağlantılar

11 Mart 2012 Pazar

Neden hapşuran birine Çok Yaşa denir?

Hapşıran bir kişiye 'çok yaşa' demek adeti hemen hemen her kültürde vardır. Anlam olarak biraz değişik de olsalar sonuçta aynı kapıya çıkarlar. Hapşıranlara İngilizlerin 'God bless you', Almanların 'gesundheit', İtalyanların 'felicita' deme adetlerinin kökeni, hapşırmanın kişi için önemli bir tehlike olduğuna inanılan çok eski zamanlara gider.

İnsanlar asırlar boyu yaşamın sebebinin ruh olduğuna, ruhun ise insanın başı içinde olduğuna, hapşırmanın bu hayati güce zarar verebileceğine inandılar. Hapşırmanın soğuk algınlığı ile ilişkili olması bu inanış; güçlendirdi. İnsanlar hapşırıklarını tutabilmek için her yolu denediler.

Milattan önce dördüncü yüzyılda Aristo ve tıbbın babası sayılan Hipokrat'ın öğretileriyle insanlar, hapşırmanın başın yabancı maddelere karşı bir savunma refleksi olduğunu öğrendiler. Hapşırma bir hastalığın başlangıcı olduğundan hastalığın sonunun kötü bitmemesi için hapşırana 'uzun yaşa', 'sağlıklı yaşa' gibi sözlerin söylenmesi adeti bu zamanlarda başladı.

Yaklaşık yüz yıl sonra Romalılar hapşırmanın iyi bir şey olduğuna, insanı hastalıktan koruduğuna, hapşırığı tutmanın hastalığın kuluçkaya yatmasına belki de ilerde ölüme sebep olabileceğine inandılar. Artık hapşıranlara 'tebrikler' veya 'iyi şanslar' deniliyordu.

Hapşırana 'çok yaşa' denilmesinin kökeni birçok kültürde bu şekilde olmasına rağmen bir Hıristiyanlık deyimi olan 'God bless you' (Tanrı seni takdis etsin) cümlesinin kökeni ayrıdır. Altıncı yüzyılda İtalya'da bulaşıcı ve öldürücü veba hastalığının tüm şiddeti ile başlaması ve bu hastalığın belirtisinin kronik hapşırma olması nedeniyle, hapşıranlara 'God bless you' denilmesi Papa tarafından yasa olarak yayınlanmış ve mecbur kılınmıştır.

Bu yasa ile ayrıca hapşıranın çevresinde 'God bless you' diyecek kimse yoksa, o kişinin kendi kendisine 'God help me' (Tanrı yardımcım olsun) demesi de tavsiye edilmiştir.

Genelde 'çok yaşa' diyene 'sen de gör' yani 'sen de benim yaşamımı görecek kadar çok yaşa' denilmesi de adettendir. Hapşırana 'çok yaşa' deyince hapşırmanın kesileceğine inananlar da vardır.    

Beynin sağ ve sol yarım kürelerinin özellikleri

Birçok test sonucunda, beynin sol lobunun, konuşma, matematiksel işlemler, diziler, sayılar ve analiz gibi konularda çok üstün olduğu, mantıklı ve doğrusal çalıştığı tespit edildi. Araştırma sonuçları beynin sağ lobunda da, ritim, hayal kurma, renkler, boyut, hacim, müzik gibi fonksiyonların icra edildiğini ortaya koymaktadır. Beynin sol tarafı bilgiyi mantıklı ve doğrusal olarak işlemekte, sağ lob ise artistik tarafı oluşturmakta, detaydan çok resmin bütünüyle ilgilenmekte ve bilgiyi şekil ve hayal gücüyle işlemektedir. 

Sağ lobun duygular ve hayallerin etkisinde olduğu ve fotoğrafik, yani bütünsel öğrendiği ortaya çıktı. Bu yüzden bilgiyi sıra ile işleyen sol lobun aksine sağ lobun öğrenmede çok daha hızlı ve etkili olduğu anlaşıldı.. Ayrıca, insanın mucitlik ve üretkenlik kısmı sağ lob fonksiyonları arasında yer almaktadır. Sadece sol lobu gelişmiş olan ve bu lobu iyi kullanan insanların üretken düşünebilmesi için sağ loblarını da geliştirmeleri gerekmektedir. Öğrendikleri konular ve formüllerden yeni şeyler üretebilmeleri için beynin sağ lobunu da işin içine katmaları gerekmektedir. 

Beynin her iki lobu birbirini tamamlayan fonksiyonlara sahiptir. Her iki lob arasında yoğun sinir lifinden oluşan “korpus kallosum” ağ demeti bulunur. Bu ağ, beynin sağ ve sol lobu arasında sürekli bilgi alışverişinin yapılmasını sağlayan bir köprüdür. 

Sağ beyin yaratıcılığı, duygusallığı, seslere ve renklere, hayal gücüne, sezgilere ve soyut algılamalara daha yatkın çalışırken; sol beyin mantıklı, sistematik ve analitik düşünmeye, yazı ve sayılara, ölçme değerlendirme ve eleştirmeye daha yatkın olarak çalışmaktadır. 

Beyinlerinin bir yarısını diğerine göre daha iyi kullanan kişiler, işleri ve ilişkileri bu boyutta çalışan yarıküre’nin yeteneklerine ihtiyaç duyduklarında zorlanırlar ve başarısız olurlar. Beyninin sağ lobu ameliyatla alınmış bir insanda neler gözlenir? İşte olacaklardan bazıları: Vücudunun sol tarafını kullanamayacaktır. Konuşmaya, coşku, hayal, heyecan veren sağ loba sahip olmadığından robottan çıkmışçasına düz konuşmaktadır. Matematik hesaplamaları ameliyat öncesinden hiçbir farkı yokmuşçasına aynen yapacak, mantıklı ve doğru cevaplar verecektir. Hayal ve sezgisel gücünü tamamen kaybetmiştir. 

Evinden komşuya gezmeye çıktığında, evler arasındaki mekan ilişkisini kuramayacak, evine geri dönemeyecektir. Çünkü boyut, hacim ve yerleşim yeteneğini kaybetmiştir. Basit bir aleti parçalara bölseniz, bir araya getirme–bütünleştirme işini de beceremeyecektir. Küçük parçalara bakarak resmin tanınması beynin sağ lobunun uzmanlığı arasındadır. 

Kendisini ziyaret eden ve haline gözyaşı döken yakınlarının bu haline bir anlam veremez. Sağ lobu sağlamken çok sevdiği müzik kasetindeki melodilere hiç ilgi göstermediğini ve hatta hatırlamadığını göreceksiniz. Ameliyat öncesi çok samimi olduğu bir arkadaşının bir resmini gösterseniz hatırlaması mümkün değildir. Çünkü sol lobun, tek başına şekilleri ve resimleri hatırlayabilmesi imkansızdır. ‘Rüya görüyor musunuz, hayal ediyor musunuz?’ sorunuza size hiç ilgisiz cevaplar verecek ya da ‘O da ne demek?’ diyecektir.


sağ -sol lob farkları beynin çalışma prensipleri


1-Okuldayken hangi dersleri daha çok severdiniz?
    a) Türkçe, Resim, Sosyal vb. 
    b) Fenle ilgili olanları

2-Hangi tip sporları yapmaktan hoşlanırsınız?
   a) Tek başına yapılan sporları 
   b) Takım sporlarını

3-Gördüğünüz rüyaları ne sıklıkta hatırlarsınız?
   a) Çoğunlukla hatırlarım 
   b) Ender olarak hatırlarım

4-Ellerinizi ve mimiklerinizi konuşurken ne kadar kullanırsınız?
  
 a) Çok kullanırım
 b) Çok az kullanırım

5-İki elinizin parmaklarını birbirine geçirerek kapatın. Hangi elinizin baş parmağı üstte kalıyor? 
   a) Sağ
   b) Sol

6-Şu an saatin kaç olduğunu tahmin edin, şimdi saate bakın, yanılma payınız ne kadar? 
   a) On dakikadan fazla
   b) On dakikadan az

7-Aşağıdakilerden hangisini daha kolay hatırlarsınız? 
   a) İnsanların yüzlerini
   b) İnsanların isimlerini

8-İki gözünü açık tutarak elinizde ki kalemi, bir cam kenarı veya kapı kenarı ile hizalayın. Önce sol gözünüzü, sonra sağ gözünüzü kapatın. Hangi gözünüzü kapatınca kalem daha az oynuyor? 
   a) Sol gözümü kapatınca
   b) Sağ gözümü kapatınca

SONUÇ:

---"A" ların sayısı fazla ise, SAĞ beyniniz daha gelişmiştir... 
---"B" lerin sayısı fazla ise, SOL beyniniz daha gelişmiştir...
Ben SAĞ beyinli biriyim, çünkü... 
-hayal ederim
-duyduklarımı unutmam
-hissederim 
-koku alma tad alma benim için çok önemlidir 
-sezgilerimi kullanırım
-iç güdülerim kuvvetlidir 
-yeni şeyler üretirim
-subjektifim
-boyutları iyi algılarım
-ritim duygum gelimiştir
-bir bütün olarak görürüm
-duygularımla hareket ederim...
 
Ben SOL beyinli biriyim, çünkü..... 
-mantık yürütürüm
-lineer düşünürüm
-sınıflandırır-isimlendirir
-dizer listeler yaparım
-analiz ederim 
-yapı incelerim
-matematiksel işlemler yaparım
-bilinçli hareket ederim
-dili doğru kullanırım
-detayları görürüm
-inceler ve odaklanırım
-bütünü değil parçayı görürüm
-sistemli ve disiplinli çalışırım 
-objektif davranırım...
 
 
SAĞ VE SOL LOB
 
Hem bilimsel hem de spiritüel kaynaklar iki türlü zihin olduğunu, başka bir deyişle insan beyninin sağ ve sol loblarının tamamen farklı çalıştığını söylüyor. Özetle anlatmak gerekirse: 

Beynin sol lobu yaratıcı değildir, teknik konularda kapasitelidir. Bir şeyi ancak öğrendikten sonra yapabilir. Mekaniktir. Bu lob, muhakemenin, mantığın, matematiğin lobudur. Hesap, akıl ve düzenin kaynağıdır. Sağ lob ise bunun tam karşıtıdır. Rakamların değil, sözcüklerin, mantığın değil, duygunun lobudur. Güzelliğe ve sevgiye duyarlıdır. Çocuk doğduğu zaman sağ lob işlemektedir, sol lob işlemez. Sonra, dışarıdan aldığı bilgilerle sol lob da işlemeye başlar. Aileden, toplumdan, okuldan öğrendikleriyle sol lob giderek daha çok aktive olur, enerji sağ lobdan sol loba kayar. Eğitim sistemleri tamamen bundan ibarettir; sol lobu destekleyip sağ lobu yok etme çabasıdır. Yedi ile ondört yaşları arasında bu başarılır ve çocuk bir vatandaş haline gelir. Disiplini, dili, mantığı, düz yazıyı öğrenir. Okulda rekabet etmeye başlar, egoist olur. Güce, paraya ilgisi giderek artar ve daha da güçlü olabilmek için nasıl daha iyi eğitim alacağını düşünür, planlar yapar. Ve tabii ki çevresi de onu destekler. Bu koşullarda sağ lob ancak uykudayken işler, bazen de uyuşturucu alındığında. Batı’da uyuşturucunun bu kadar ilgi görmesinin tek nedeni eğitim sisteminin sağ lobu tamamen yok etmeyi başarmış olmasıdır. Çünkü, Batı fazla eğitilmiştir, yani bir tarafa yüklenmiş, aşırıya kaçmıştır. Uyuşturucunun çekiciliği, anında vites değiştirmesinden kaynaklanır. Enerji, sol lobdan sağ loba geçer ve sahte bir mutluluk, coşku, rahatlama hali yaratır. Zihin o denli aşırı bir uca itilmiştir ki duygusal yoksunluktan kaynaklanan bir isyan ihtiyacı doğmuştur ve insanlar; sevginin, şiirin, doğanın ve ruha gerçek doyumu veren güzelliklerin eksikliğini uyuşturucu ile gidermeye çalışırlar. 

İnsanlık bu kadar keyifsiz ve coşkusuz yaşamaya daha ne kadar devam edebilir ki? Durum ortada değil mi? Yetişkinler de mutsuz, çocuklar da. Bir şeylerin değiştirilme zamanı çoktan gelmedi mi? Sağ lobun işlemesine bu kadar karşı olan eğitim sistemi sizce böyle mi kalmalı? 

Çocuklara zihinlerinin iki lobunu da kullanmaları öğretilirse sorun çözülür. Hesap yapmaları gerektiğinde, yani ticarette ve iş yaşamında sol lob ne kadar gerekliyse hayatın tadını çıkarmak ve mutlu olmak için de sağ lob o kadar gereklidir. Sağ lob nihaidir, sol lob ise bir araç. Sol lobun, sağ loba hizmet etmesi gerekir. Amaç, mutlu olmaksa en önemli koşullardan biri budur. 
 

İnce Zeka örneği - küçük bir anektod

Esas ince zeka diye buna denir.Okumanız tavsiye olunur.

Nebraska'da yaşlı bir adam yasardi. Patates ekini için
bahçeyi bellemesi gerekiyordu, lakin bu cok zor bir işti. Tek
oğlu olan David ona yardim edebilirdi fakat o da hapisteydi. Yaşlı
adam oğluna bir mektup yazdi ve muskulatini izah etti.

Sevgili David,

Patates bahcemi belleyemeyeceğimden kendimi cok kotu hissediyorum.
Bahceyi
kazmak icin oldukca yaslanmis sayilirim. Burada olsan butun derdim
bitecekti. Biliyorum ki sen bahceyi benim icin hallederdin.
Sevgiler Baban 


Bir kaç gün sonra oğlundan bir mektup aldi 

Babacigim,

Babacigim Allah askina bahceyi kazma, ben oraya cesetleri
gommustum.


Sevgiler David 


Ertesi gun sabaha karsi 4'de FBI ve yerel polis çıkageldi ve tum
sahayi kazdi lakin hic bir cesede rastlamadilar. Yasli adamdan ozur
dileyerek gittiler.
Ayni gün yaşlı adam oglundan bir mektup daha aldı. 


Babacığım,

Şimdi patatesleri ekebilirsin. Bu sartlarda yapabileceğimin en iyisini yaptım

Kediler Ve Edebiyat hakkında bir yazı


KEDİLER VE EDEBİYAT

"Kediler, yazar dostudur.

Zaten entellektüel yaratıklar olduklarından yazma eylemine ve kitaplara acayip ilgileri vardır. Kedi dostlarının en şikayetçi oldukları ve en çok güldükleri konuların başında kedileri ile yaptıkları kitap ve gazete paylaşım mücadelesi gelir. Evlerin kitaplıkları da bu entellektüel varlıklar için doğal bir mekandır. Kitapların kokuları, ciltleri, küçük raf aralıkları onları inanılmaz derecede cezbeder. (Çalışma odasına her girişimizde kitaplarımızdan birini yerde buluruz. Sevgili kızımız bazen Kafka’ya takılır bazense İktisadi Düşünceler Tarihi’ni okumak ister ki biz daha okuyamadık.)

Yazarlar kedileri olduğu için mi daha iyi yazarlar ya da yazarlar iyi yazdıkları için mi kediler onları tercih eder bu da bir muammadır. Ama kediler insanoğlu ile tanıştıkları günden beri yazının içindedirler. Mısır hiyeroglifleri nazendelerin ilk kayıtlarını oluşturur. Kedi üzerine kimler yazmamıştır ki, Chateaubriand’an Hemingway’e Sadi’den Peyami Safa’ya kadar birçok yazar kedilerin kıyısında köşesinde dolaşmıştır. Ressamlar kedileri ile çalışmakta nispeten zorlansalar da yazarlar bu açıdan şanslıdır, tabii kalem veya klavye ilgilerini fazlasıyla çekmediyse.

1697 yılında Charles Perrault'nun yazdığı ve hala her çocuğun keyifle okuduğu Çizmeli Kedi, kedilerin masal sahnesine ilk cürretli çıkışlarıdır denebilir. 1741'de ise Domenico Balistrieri'nin Milano'da yayınlanan 85 sayfalık "Ölen Bir Kedi İçin Gözyaşları" başka dillere de çevrilmiştir. Bir başka yazar Lewis Carroll da 1865'de Alice Harikalar Diyarı'nda isimli eserinde "Cheshire Kedisi" karakteri ile kedi edebiyatına ciddi bir katkı sağlamıştır.

Ünlü “Toplum Sözleşmesi”nin yazarı ve Fransız İhtilali’nin düşün babalarından Jean Jacques Rousseau "Emile" isimli eserinde “ilgi ve algı” olgusunu işlerken bir kedi ile bir çocuğun merakını kıyaslayarak işe başlamıştır. Bir ihtilal düşün babasına da kedi gibi radikal bir varlık yaraşırdı. Cervantes’in o meşhur kahramanı Don Quixote ise tüm dünyaya meydan okusa da kedilerden usul usul korkar. Haliç sırtlarının güzelliğine doyamamış Pierre Loti ise tam bir kedicidir. Ama o kedilerde dinsel bir gizem olduğuna inanlardandır. Baudelaire de Pierre Loti’nin izinden gitmiş ve bilinmeyen ve fizikötesinin kedilerde toplandığını düşünmüştür.

Fransız şair Rimbaud için karısını, evini terkeden Verlaine de kedileri şiire taşımış ve “Dişi Kedi” şiirini kaleme almıştır.

Ama edebiyatın en kedici isimleri kimlerdi derseniz herhalde Rudyard Kipling ile Mark Twain’i kolay kolay geçebilecek yazar bulamazsınız. Kipling daha da öteye gitmiş kedileri çizmiştir de. Çocukluğumun yazarlarından olan Kipling’den her ne kadar üstün ırk safsatalarına merakı sebebi ile soğumuş olsam da yazdıkları ve kedilerle ilgili yazıları yine de özel bir köşeyi hakeder. Özellikle de 1902’de yayınlanan ve bir ev kedisinin ağzından aktarılan öyküleri. Mark Twain ise hep bana neşeli (daha doğrusu matrak) bir adam olarak gözükmüştür. Tom Sawyer gibi ‘matrak’ bir eser de bu ustaya aittir. Ama usta tam bir kedikoliktir. Hatta kedisizliği kendine has mizahı ile tiye bile alır. (Eh pek de haksız sayılmaz.)

Fransız Edebiyatı’nın köşe taşlarından (ve de adı en zor yazılan yazarlardan) biri olan Chateaubriand’nın kediciliği ise beni biraz düşündürür. Papa 12. Leo tarafından armağan edildiği için mi kedisini çok sever yoksa kedisi olduğu için mi bilemem. Ama şurası su götürmez bir gerçektir ki, Chateaubriand kedisini yazarak ölümsüzleştirmeyi başarmıştır.

Ama biz kedicilerin “kedi edebiyatı” açısından en büyük üzüntülerinden biri Shakespeare’i yanımıza çekememiş olmamızdır. Shakespeare kedilere uzak durmuştur. Oysa ki bir Othello’nun bir Lady Macbeth’in yanına bir kedi ne de yakışırdı. Usta tüm ustalığına rağmen bu keyfi ıskalamıştır.

Çok yiyen, çok gezen ve çok eğlenen, kendisi de iri kıyım bir adam olan (Üç Silahşörleri başka kim yazabilirdi) Alexandre Dumas ise tam bir hayvan dostudur. Hayvanların doğasını zevkle izlemiş ve ifade etmiştir.

Tüm korku dolu yazınına karşın Edgar Allan Poe, ölen karısına bir anlamda ithaf olunacak Annabel Lee diye bir şiir yazmıştır, pir yazmıştır. Annabel Lee’yi okuyanlar bilir, duygular berrak bir su üstünde yüzer gider. Poe da bir kedicidir ve çok sevdiği ölen karısının yatağında üç renkli bir kedi Poe’nun yasına eşlik etmiştir.

Ya Türkiye Edebiyatı, kedilere nasıl bakmıştır? Sağolsun ki Gökhan Akçura bu merakı herkes adına giderdi. Kedi Kitabı'na bakmanız yeterli. Neredeyse yazarlar bandosu geçiyor. Heybeliada'nın simgesi haline gelen Hüseyin Rahmi Gürpınar ve yine bir başka adalı Sait Faik Abasıyanık kedileri es geçmemişlerdir.

Ama Türk Edebiyatı'nın kedici prensi Bilge Karasu'dan başkası olamaz herhalde. Cihat Burak ve Tomris Uyar da sıkı kedici yazarlarımızdan olmuştur.


Kedileri Türkiyeliler yazmayacak da kim yazacak. Her evin bahçesinde, sokağında köşesinde kedilerle yaşayan bizler kedi edebiyatının mekanında yaşarız.

Kediler yazılmayı hep haketmişlerdir. Yazıldıklarını bilmenin verdiği kibir her hallerinden belli olur. Hele ki günlük tutanlara bayılırlar. Bir günlük yazan görseler hop diye defterin yanına fırlar ve sayfalarda kendilerinden bahsedilmesi için biz safdilleri çarçabuk etkileri altına alırlar. Acaba bu yazıyı yazan benim için de benzeri bir durum söz konusu olabilir mi? Acaba? "

Cumhuriyet dönemi Türk resim sanatının özellikleri

CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK RESİM SANATI

Cumhuriyetimiz, geçmişindeki altı asırlık bir devletin maddî ve manevî deneyimlerinden yararlanarak çok sağlam temellere oturtulmuştur. Bu durum, devletin kuruluşundan günümüze birlik ve beraberliğe verdiği önemden, çağdaş uygarlıklar düzeyi ve ötesi hedeflere odaklanmasından, tüm insanların barış ve refahı adına seçmiş olduğu tam demokrasi yolundan ve diğer ülkelerle barış üzerine temellendirdiği ilkelerden de anlaşılmaktadır. Çağdaş dünyada sanat eğitimi, artık hükümetlerden öte devletin bir politikası olarak desteklenmektedir. Çünkü sanat eğitimi, genel eğitim içinde önemli bir yere sahiptir. Milletlerin tarihine bakıldığında da yine bu gerçek fark edilecektir. Bu nedenle günümüz insanının “ömür boyu” eğitime gereksinimini belirtirken, sanat eğitimini bu eğitimin odağında düşünmek durumundayız. Aksi takdirde hayat damarlarından biri kopmuş olan bir milletin ne denli yaşayabileceği kuşkuludur. Konuya ilişkin gerçekleştirilen literatür incelemesinde, Türkiye’deki sanat eğitimi uygulamalarının, uluslar arası standartlara çok yakın olmadığı anlaşılmıştır. Ancak, dünden bugüne gelinen noktanın da küçümsenmemesi ve gelişim seyrinin bilinmesiyle bu ivmenin daha da yükseleceği gerçeğine de inanılmaktadır.


Osmanlıda resim sanatının kendini hissettirmesinden önce sanat alanındaki hareketler süslemecilik ile sınırlıydı. Bu dönemde süslemecilik o kadar ileri gitmişti ki 3. Ahmet zamanında Sebi isimli sanatçı çekmeceleri lakeli manzaralarla bezemişti. Çeşitli dönemlerde sanatçılar en küçük objeyi bile resim yaparak süsleme yoluna gitmiştir. Süslemecilik ve duvar resimlerinin daha sonra tuval resimlerine bırakması çok da kolay olmamıştır. Resmin temelini oluşturan minyatür resmi zamanını doldurmuş ama Osmanlı resmi için önemini devam ettirmiştir. Ve zamanla yerini modern resme bırakmaya başlamıştır.

Resim sanatımızdaki ilk primitiflerle birlikte pentür, yağlı boya ressamları da sanat tarihimizdeki yerini alarak şimdiki modern Türk resim sanatının temelini atmışlardır. 15. yüzyılda Fatih Sultan Mehmet, İtalyan sanatçı Gentile Bellini’yi bugün Londra National Gallery’de sergilenen kendi portresini yaptırtmak üzere çağırmasına rağmen Batı tarzı resim, Osmanlı İmparatorluğu’nda benimsenmemiş bunun yerini genelde minyatür sanatı almıştır. Geçen süre zarfında Osmanlı İmparatorluğu’na gelerek çalışmalarda bulunan Batılı bazı sanatçıların olduğu bilinse de bu sanatçıların saray ve çevresinden büyük destek gördükleri dönem, Osmanlı’nın Avrupa ile ilişkilerini arttırdığı Batılılaşma dönemi olmuştur. Ayrıca Osmanlı minyatür sanatının geleneksel çizgisinden ayrılmaya başlaması da yine aynı döneme rastlamaktadır. 18. yüzyıl, Osmanlı sanatı açısından bir dönüm noktasını ifade etmektedir. Bu yüzyılda ülkemizde yabancı sanatçıların resim ve mimari alanında etkinlikleri sürerken III. Selim(1789-1807) dönemi ıslahatları arasında Batı yöntemlerine uygun eğitim yapan askeri okulların kurulması kararlaştırılmıştır. Bunlardan 1794 yılında eğitime başlayan Mühendishane-i Berîi Hümayun adını taşıyan askeri okulda askeri amaçlı ilk resim dersleri verilmeye başlanmış, fakat bu dersler içinde perspektif, ışık-gölge gibi kurallar da yer almıştır. 

III. Selim’in başlattığı ıslahata II. Mahmud (1808-1839) devam etmiş ve yine çağdaş anlamda eğitim veren Harbiye, Tıbbiye, Bahriye gibi askeri okullar açılmıştır. II. Mahmud, aynı zamanda kendi resmini çoğaltarak devlet dairelerine astırarak yeni bir geleneğin başlatıcısı da olmuştur. Askeri okullarda eğitim gören ve resim yapmaya ilgi duymuş olan sanatçılarımız çağdaş Türk resim sanatının bir bakıma öncülüğünü yapmışlardır. Genel olarak Asker Ressamlar Kuşağı olarak adlandırılan bu dönem ressamları arasında en etkin olanları Kolağası Hüsnü Yusuf Bey, Ferik Tevfik Paşa, Osman Nuri Paşa, Ferik İbrahim Paşa, Hüseyin Zekâi Paşa, Şeker Ahmet Paşa, Süleyman Seyyid Bey, Hoca Ali Rıza ve Halil Paşa’dır. Resimlerinde genel olarak peyzaj, natürmort gibi konulara ağırlık veren asker ressamlardan Şeker Ahmet Paşa’nın kendini paleti ve fırçasıyla resmetmiş olduğu Kendi Portresi ise bu dönem için figür alanında yapılmış en önemli çalışmadır. Bu arada İstanbul’da gerçek anlamda ilk resim sergisi Şeker Ahmet Paşa’nın çabalarıyla 27 Nisan 1873 tarihinde açılmıştır.


Atatürk bir Ortaçağ imparatorluğundan, çağdaş bir ulusal devlet yaratma çabasını simgelemiştir. Atatürk’ün tarih, dil ve güzel sanatlara önem vermesinin sebebi de bunun içine girer. Bu toplumunda kültürünü oluşturan temel öğeler ise ulusal beraberliği sağlayan dili, tarihi ve sanatıdır. Sanat bir toplumun kültürünün ürünüdür. Kültür kelimesi “Bir toplumun yaşam düzeyini oluşturan bilgi, duygu, düşünce, dil, sanat ve yaşayış biçimlerinin tümü”dür. Kısacası tek sözcükle “Uygarlık”tır. Atatürk düşünce sistemi Cumhuriyet ile birlikte yeni kültür döneminin başlamasıdır. Atatürk Türk toplumunun Batı dünyasınca kabul edilmiş kültürel değerlere kavuşmasını istiyordu. Kültürleşme süresince güzel sanatlara önem veren Atatürk, 1923 yılında Cumhuriyet ilan edilişinden 1938 tarihine kadar son nefesini verinceye dek, 15 yıl Türkiye Cumhuriyeti’ni ekonomik, siyasal ve kültürel alanlarda her yönü ile çağdaş bir devlet olması için çabalamıştır. 1924’de resim konusunda yetiştirilmek üzere, Güzel Sanatlar Akademisinden Avrupa sınavını kazanan beş ressam Paris’e gönderilmiştir. Bunlar Cevat Dereli (1900-1989), Mahmut Cuda (1904-1988), Refik Ekipman (1902-1974), Muhittin Sebati (1991-1935) ve Şeref Akdik (1898-1972)’dir. Akademiden ayrılıp Münih’e gidenler 1922’de Mahmut Cuda ve Ali Çelebi (1904) olmuştur. 1923’de Zeki Kocamemi (1900-1959) Türk Ocağı tarafından Münih’e gönderilmiştir. 1925’de Hale Asaf (1902-1938) izlemiştir. 1924’den itibaren, her yıl Akademi Resim ve Heykel bölümü mezunlarından Avrupa sınavını kazananlar, Avrupa sanat merkezlerine gönderilmişti.


 İlk grup sanatçılar, 1927-1928’de Türkiye’ye döndüler. 1. Modern Sanat Eğilimleri : Bugüne kadar olan kısa zaman diliminde Türk resminin modern devresi, hareket ve mana itibari ile dikkate değerleri göstermekte ve resim tarihimizin en zengin bir kısmını teşkil eder. Bunun Niçin böyle olduğunu anlamak için resim sanatının sosyal yapımız içinde yüzyılına yakın bir zamanda göz önünde bulundurmak gerekir. Türk resminde en önemli gelişme, 1928 kuşağı sanatçılarının uyguladıkları Kübizm ve Ekspresyonizm (Dışavurumculuk) sanat akımlarıyla meydana gelmiştir. Türk resminde 1927’den sonra görülebilmiştir. Münih’ten dönen Zeki Kocamemi ve Ali Çelebi, Avrupa modern sanat akımlarını getiren iki öncü sanatçı olmuşlardır. Resim sanatımızda ilk düşünsel eğilim onlarla başlamıştır. Çalışmalarında görülen desen (sert, neşeli ve eğri çizgilerle geometrik kuruluş, biçim ve planların değerlendirilişi ile ortaya çıkan konstrüksiyon, Türk resmine katkıda bulunmuştur. Zeki Kocamemi Kübist anlayışında hacimlerinin geometrik düzenini aradı. Tabloda derinliği; yakın uzak planlarının ve kitlelerin birbiri ile olan ilişkisini, çizginin yönlerinde zıtlıklar ve renklerle vermeye çalışmıştır. 


Ali Çelebi ise Kübist düşüncede, nesneleri niteliklerini kaybettirmeden geometrik anlayışta betimlerken; kübizmin geometrik inşacı yanı ile Ekspresyonist anlayışı kişiliğine göre başarılı olarak birleştirmiştir. Ali Çelebi ve Zeki Kocamemi’nin getirdiği modern sanat akımları, bu gruptan Cemal Tollu (1899-1964), Refik Epikman, Mühittin Sebati ile 1924’de Paris’ten sonra Münih’te Hofmanın ile çalışan Hale Asaf ve daha iler ki yıllarda Cevat Dereli tarafından uygulanmaya başlanılmıştır. Zeki Kocamemi Kübist anlayışında hacimlerinin geometrik düzenini aradı. Tabloda derinliği; yakın uzak planlarının ve kitlelerin birbiri ile olan ilişkisini, çizginin yönlerinde zıtlıklar ve renklerle vermeye çalışmıştır. Ali Çelebi ise Kübist düşüncede, nesneleri niteliklerini kaybettirmeden geometrik anlayışta betimlerken; kübizmin geometrik inşacı yanı ile Ekspresyonist anlayışı kişiliğine göre başarılı olarak birleştirmiştir. Ali Çelebi ve Zeki Kocamemi’nin getirdiği modern sanat akımları, bu gruptan Cemal Tollu (1899-1964), Refik Epikman, Mühittin Sebati ile 1924’de Paris’ten sonra Münih’te Hofmanın ile çalışan Hale Asaf ve daha iler ki yıllarda Cevat Dereli tarafından uygulanmaya başlanılmıştır. a- Müstakil Ressam ve Heykeltıraşlar Birliği (1929) : Çağdaş Türk resim sanatının gelişmesinde sanatçı gruplarının, birlik ve desteklerinin çok önemli rolü vardır.


Bu dönem, resim sanatında önemli hareketlere tanık olagelmektedir. Avrupa sanatının çağdaş akımlarına paralel eğilimler, D grubu adı altında toplanan ressamların karma ve tek sergilerinde göze çarpmaya başlar. Ama dikkat edilirse, Cumhuriyet dönemi ressamlarında idealist bir şekilde de olsa, Anadolu halkına ve rengine bir yaklaşma görülür. Birçoklarını, folklor sorunlarıyla atbaşı giden bir nakış ilgisi sarar. 1950lere kadar Cumhuriyet döneminin önemli ressamları Turgut Zaim,(1906-1974), Zeki Kocamemi (1901-1959), Cemal Tollu (1899-1968), Nurullah Berk (1906-1982), Bedri Rahmi Eyüboğlu (1913-1975), Sabri Berkel (1909), Cevat Dereli (1901-1989), Ali Avni Çelebi (1904), Eşref Üren (1897-1984), Muhittin Sebati (1901-1935), Hale Asaf (1905-1938) ve Zeki Faik Izer (1905-1989)dir. Bu sanatçılar arasında Batı resminin etkilerini yerel bir duyuşla karşılaması ve Anadolu temalarındaki başarısıyla Turgut Zaim, kazandığı ünü hak etmiştir. Resimde folklorcu eğilimleri aşırı ölçüde gerçekleştiren Bedri Rahmi Eyüboğlu ise gücü artan değil eksilen bir gelişme gösterir. Bu dönem süresince Avrupada kalıp o hava içinde çalışmakta direnen sanatçılar arasında yalnız bir tanesi,. Fikret Muallâ (1903-1967) büyük basarı göstermiş ve hayatı memleketinden uzak bir acıyla sona ermiştir. Fikret Muallâ çağdaş dünya resmini Türk görsel duyarlığının katkısıyla yorumlamıştır. 1950den sonrası, yeni eğilimleri gerçekleştiren resim sanatçılarının dönemidir. Nuri İyem (1915), Neşet Günal (1923) gibi toplumcu eğilimde görülen sanatçıların yanı sıra Orhan Peker (1927-1978), Nedim Günsür (1924), Adnan Çöker (1928) kişisel üsluplarını başarıyla ortaya koyan sanatçılardır. Bu sanatçılara Eren Eyüboglu (1913-1989), Aliye Berger (1906-1974), İhsan Cemal Karaburçak (1897-1969), Leyla Gamsız (1921) gibi, resim ilgilerini özgün biçimlerde geliştiren ressamları da kuşak farkına rağmen katmak gereklidir. Ama kuşkusuz, 1959den sonraki Türk resim sanatında özgün kişilikleriyle değer kazanan birkaç sanatçıyı unutmamak, hatta bu resim yükünün pek çoğunu onların omuzlarında görmek de kaçınılmazdır. Cihat Burak (1915), Yüksel Arslan (1933), Ömer Uluç (1931), yerel bir resim anlayışını başarıyla ortaya koyan kişiliklerdir.(Resim Sanatının Tarihi, Sezer Tansağ, sy; 161,162,163) Resimde yeni üslup arayışı; 1975 yılından bu yana, XX. yüzyılın son çeyreğindeki ana eğilimler, yansıtan çabalar, resim sanatı alanında ürün veren gençlerle temsil olunmaktadır. Daha önce ana çizgileri belirlenmeye çalışılan figür ve soyut resim yaklaşımları, kavramsal sanata dönük biçim araştırmaları bir yana bırakılırsa, karşılıklı ilintileri çokça sürdüren bir oluşum içinde bulunmaktadırlar. Ahmet Öktem, Serhat Kiraz, Alpaslan Baloğlu gibi genç sanatçılar kavramsal düzenlemelerinde fotoğraf, resim ve diğer objelerin yer aldıklar, yerleştirildikleri ya da "installé” edildikleri, mekanı, da değerlendiren bir özellik taşımasına özen göstermektedirler. Çevrenin sanatsal bir yönde düzenlenmesi, sorununa, ancak geçici bir katkı, olma özelliği taşıyan bu çalışmaların kendilerini,zihinsel bir içerik bağlamında temellendirme istekleri de görülmektedir. Serhat Kirazın 1984 başında düzenlediği bir sergide kavramsal ilişkilere sokulan yüzey ve nesne biçimlerinin açıklanabilmesi için şu türden kaynak metinlere de başvuruluyordu. "Kendisini algılayan biri bulunduğu sürece, devingen bir ufuktur dünyamız; bizim algıladığımız ya da tasarladığımız dünyadır, nesnel ve değişmez bir dünya değil: belli bir anda, belli birinin dünyası olmayan dünya yoktur. Bunun sonucu olarak, dünya konusunda her türlü bilginin en azından üç etkenin işlevi olduğu söylenebilir: dünyanın kendisi (uzam), onu ele alan özne (belli biri) ve her ikisinin de yer aldığı zaman (Belli bir an). Bu üç öğeden birinde en ufak bir değişiklik olmuşsa, dünya aynı dünya değildir artık. İster bizi çevreleyen gerçek evren söz konusu olsun, ister betimlenmiş ya da düşlenmiş öyküsel bir evren, üç öğeden biri için doğru olan, öbür ikisi için de doğrudur: yerlerin evrensel tarihe ya da bireyin özgeçmişine göre her zaman bir tarihselliği olduğundan, uzam içindeki her yer, değiştirme, zamansal yapının yeniden düzenlenmesini gerektirecek aynı biçimde, zaman içinde her yer değiştirme de uzamsal ve bireysel yapıların yeniden düzenlenmesini zorunlu kıldı.
Bahsi geçen sanatçılarla ilgili bilgileri Sanatçılar linkine tıklayarak bulabilirsiniz.

Michel Foucault Kimdir - hayatı fikirleri - görüşleri

Fransız filozof Michel Foucault, 15 Ekim 1926’da Poitiers’de doğdu.Le Mond’un (27 Haziran 1984) yayınladığı tıp bültenine göre Michel Foucault , 25 Haziran günü saat l3’ te Paris’in de la Saipetridre Hastahanesinde acute septicemia (şiddetli kan zehirlenmesi) sonrası nörolojik komplikasyonlar sonucu hayata gözlerini yumdu. Haber gazetede iki sütunluk “La mort du philosophe Michel Foucault” (Filozof Michel Foucault’nun Ölümü) başlığı altında, birinci sayfayı dolduran olağanüstü bir övgü seli şeklinde yer aldı. Başyazıyı Foucault’ nun College de Frence’dan seçkin bir meslektaşı olan Pierre Bourdieuyazıyordu.


Felsefe ve tarih üzerine yapmış olduğu çalışmaların, Başbakandan anısına bir övgü almış olsa da, zorluğu ve uzlaşmazlığına karşın herhangi bir başka çağdaş fılozofun ölümüne gösterilecek ilginin böylesine yoğun ve hürmete şayan olabileceğini, Fransa ve Foucault örneği dışında, tasavvur edebilmek güçtür. Foucault’nun ölümünün çok büyük bir kayıp olarak değerlendirilmesi ve düşüncesinin hala yaşayan şaşırtıcı gücü ve etkisi hakkında söylenenler, Onun bu ilgiye mazhar olmasının nedenini gösterir.


Nietzsche ’nin modern havarilerinin belki de en büyüğü ve aynı zamanda yirminci yüzyıl Batısının muhalif entelektüel yaşamının en dikkate değer açılımlarında merkezi bir sima olarak anlaşılabilir. Jean-Paul Sartre ve Maurice Merleau-Ponty, Georges Canguilhem, Jean-PierreVernant, Lucien Goldmann, Louis Aithusser, Jacques Derrida, Claude L. Strauss, Roland Barthes, Gilles Deleuze ve Bourdieu ile birlikte Foucault, muhtemelen gelecek birkaç kuşak boyunca göremeyeceğimiz denli parlak çalışmaların bir toplamı olarak yaklaşık kırk yıllık bir üretimin sonucu olan Paris estetik ve politik akımlarının alışılmadık bir devrimci birikiminden beslendi. Modern düşüncede gerçek bir ayaklanmaya varan şey, disiplinle arasında ve gerçekte dilde varolan duvarların yıkılması, sonra da bu duvarlarla bölünen alanların, yüzeyin altından en karmaşık üstyapılarına kadar yeniden şekillendirilmesiydi. İlham kaynakları, akademik ve isyancı düşüncenin aykırı bir karışımı olan bu isimlerden teoriler, şaşırtıcı verimliliğin silüetleri, ve büyük formal sistemler doğdu. Bahsettiklerimizin hepsi Marx ’tan ve teker teker az ya da çok oranda Freud ’dan derin etkiler taşıyor; bir çoğu teorik taktisyen ve gerçeği görmenin bir aracı olarak eğer gerçeğin kurucusu değilse -dil ile meşgul; bir kısmı üniversite derslerinden ve neredeyse efsane olmuş öğretmenlerden olduğu kadar- adı en çok anılanlar Gaston Bachelard, Geoges Dumdzil, Emile Benveniste, Jean Hyppolite ve (Hegel üzerine verdiği meşhur dersler ve seminerlerle bütün bir kuşağı şekillendirmiş görünen) Alexandre Kojeve -sürrealist şairler ve yazarlar Andre Breton ve Raymond Roussel ‘dan, sıradışı yazar-filozoflar Georges Battaille ve Maourice Blanchot ’dan da etkilendiler. Nihayet bu Paris entelektüellerinin tamamı Fransa’nın politik yaşamındaki olaylarla, önemli kilometre taşları olan ikinci Dünya Savaşı, Avrupa Komünizmine tepki, Vietnam ve Cezayir koloni savaşları ve 1968 Mayısı ile yakından ilgiliydiler.


Fransa’nın ötesinde Almanya ve Alman düşüncesi ve nadiren de İngiliz ve Amerikalı yazarların çalışmalarına önem veriyorlardı.Bu benzersiz müstesna grup içinde Foucault öne çıkan isimdi. Bir kere en geniş alanlı eğitimi almıştı: aynı zamanda kuramsal incelemede en somut ve tarihselci olduğu kadar en radikal olan da oydu.


İkincisi kendini çalışmaya en çok adayan (Bourdieu’nun Onun hakkındaki sözleri “le plaisir de savoir” ve bu nedenle en az Parisli olan, en az moda olan ya da en az çekiştirilen isimdi. Hatta daha ilginci O, sosyal ve entelektüel tarihin muazzam sahalarını inceliyor, hem geleneksel hem de sıradışı (unconventional) metinleri eşit dikkatle okuyor ve hala alışılmış olan ya da özgün olmayan şeyler söylüyor görünmüyordu, hatta komik biçimde genel gözlemler yapma riskine eğilim taşıdığı kariyerinin en son evrelerinde bile. Foucault, ne yalnızca bir tarihçi, ne bir filozof ne de edebiyat eleştirmeniydi fakat hepsini ve daha fazlasını taşıyordu.


Adorno ’ya muğlaklığının, parlak stiliyle ve ayrıca toplum, kültür ve bütün eserlerinin yöneldiği güç konularında sıkıcı biçimde geniş, çoğu zaman belirsiz, teorik ve yaratıcı fikirleriyle çok az ilgisinin olması bakımından benzemesine karşın tıpkı Theodor Adorno gibi tutumlarında sert, uzlaşmaz ve sofuydu.


Kısaca Foucault, eserlerinde çok ötesine geçtiği roman, tarih, sosyoloji, siyaset bilimi ve felsefe türlerine bağlı karma bir yazardı. Bundan dolayı O, yaptığı çalışmalara kasten belli bir sınırların dışındalık katıyordu, onun için hem Nietzscheci hem de postmoderndi: idolleri ve mitleri altüst edişinde alaycı ve ahlak dışıydı. Bununla beraber Foucault’nun en nesnel yazısında bile insan hala ayırt edici bir ses duyabilir: kültürel bir tür olarak röportajın ustası olması tesadüf olmasa gerek. Böylelikle eleştiri ve yaratı arasında var olan eski makbul hudut tayinleri, Foucault’nun yazdığı ve söylediği şeylerde geçerliliğini yitiriyordu, tıpkı Nietzsche’nin sözlerinde ya da Gramsci ’nin Prison Notebooks’unda Barthes’ın genel olarak yazdıklarında, Glenn Gould’un piyano ve söz temsillerinde, Adorno’nun teorik ya da otobiyografık parçalarında, John Berger, Pierre Boulez, Luchino Visconti ya da Jean Luc-Godard’ın eserlerinde olduğu gibi.


Bu asla Foucault’nıın tarihinin, örneğin, tarihsel geçerliliği ya da doğruluğu olmadığı anlamına gelmez, bunun anlamı kendini bilme gibi başlıca dikkati gerektiren yapıtlar olarak bu tarihlerin -daha önce değindiğim diğer çalışmalar gibi- önümüzdeki karma türlü eserlerin öğrenmeyle, alıntılamayla ve bulgularla dopdolu olduğudur.


Entelektüel-kariyerinde en azından üç ayrı evre olmasına karşın Foucault’nun eserlerinde en başından sonuna değin tekrarlanan bir takım temalar vardır. Bu temalar en iyi. hareketsiz nesnelerden ziyade düşünce gezegenleri olarak kavranabilir. Foucault’ nun üzerinde çalıştığı ve yazdığı herşey çatışma izlerinin ısrarlı biçimde dayanıklı bir zinciri ve Onun meşhur arkeolojilerinin ve Nietzscheci geneolojileninin odağıdır. ilk başta Foııcault Avrupa’nın sosyal yaşamını, bir tarafta marjinal, itaatsiz, farklı ve diğer yanda makul, normal, genel olarak sosyal vb. arasında bir mücadele olarak anlıyor görünüyor. Foucault, bu mücaddelerin sonucunda (ve Foucault’nun şeyleri kavramasında doğum metaforu ve biyolojik sürekliliğin önemli bir yeri olduğu göz önünde tutulduğunda) bilgiyi meydana getiren disiplin ve hapsetme kurumları içinde gelişecek çeşitli tutumların doğduğunu düşünüyor. Böylece klinik, hapishane ya da yetimhane, tıbbi uygulama, cezai bilim ya da normatif hukuk ilminin doğuşuna tanık oluyoruz. Bu tutumlar -Foucault’nun daha sonraki dönemlerde formüle ettiği merhametsiz bir saptayışa göre- hapishaneler ve hastahaneler, sırasıyla kabahat ve hastalığa karşı fabrikalar olarak görülene değin önce direniş ve sonuç olarak da bu kurumlarda değişim yaratır.


Daha sonra Foucault gücün, kurumlar ve bilimler dahil olmak üzere sürekliliğin her yanında, patlayıcı ve etkileyici bir şekil olarak çoğunlukla seçilen isyancı baskı, hapse mahkum edilmiş birey ve topluluklar -deli, hayalperest, suçlu peygamberler. şairler, kovulmuşlar ve ahmaklar- ve de bilgi üretiminde kendisini hissettirdiğini iddia ediyor.


Foucault’nun çalışmalarında baştan sona var olan diğer bir ana düşünce gezegeni de bilginin (savoir) kendisiydi. Foucault bilginin kaynaklarını, formasyonunu, düzenini, değişim ve sabitlik biçimlerini, muazzam maddi varlığına daima karşılık vermesini bir ağ gibi karmaşıklığını, epistemolojik durumunu en ince detayına kadar inceledi. Onun arkeolojileri, bilginin sosyolojisi üzerine yaptığı çalışmalarla amaçlı olarak benzer biçimde tasarlanmamıştır. Bunun yerine O, kendi sözleriyle, tarihi kendi aleyhine çevirmeye, “bellek ile bağlarını koparmaya, metafizik ve antropolojik kalıbını kırmaya ve bir karşı-bellek —zamanın büsbütün bütün farklı bir formu içine tarihin bir dönüşümü- inşa etmeye” girişiyordu. (“Nietzsche, Geneology, History”).

Bu yüzden Foucault, kendisiyle bilgi arasında kararsız ve gittikçe karmaşıklaşan bir tavır geliştirdi. İlk büyük çalışmaları -Madness and Civilization (Histoire de la folie) (1961; İngilizce çevirisi 1965) ve The Order of Things (Les mots et les choses) (1966; 1970) belgeleri kazıp çıkaran, arşivleri yağmalayan, dini metinleri yeniden okuyan ve sır olmaktan çıkaran, merhametsizce alim bir araştırmacı görüntüsü verir


Foucault deyince akla tabi önce hapishaneler geliyor.Sonrasında keraneler ve elbette Tımarhaneler.Özellikle bu üç mekan üzerinde çok durmuştur.Bunların bedensel kısıtlamayı ihtiva ettiklerini söyler.Zaten Foucault'a göre örneğin tımarhanin doğuşu çok eski bir tarihe dayanmıyor.Hatta 18.yüzyıl ingilteresinde deliler dışarda rahatlıkla dolaşabiliyordu.Bu süreci anlattığı "Deliliğin Tarihi" kitabı en çok bilinen eserleri arasında yer alır.

Yine cinselliğin tarihi adlı kitabında geliştirdiği belirttiği bir görüş vardır ki ağzımı açık bırakmıştır.

Foucault'a göre modern hayat ile birlikte varlığını büsbütün hissettiğimiz tıp,psikayatri gibi dallar aynı zamanda insanları maipule ederek kendi içinde mistik ve içgüdüsel bir cinselliğe yol açtığını söylemiştir.Faucault'a göre bu dallar aynı zamanda insan cinselliğinin kurallarını belirleyen bir hale gelmişilerdir.


"Yıllar yılı görmekle bilmek aynı şey değildir.Görmek bilmenin başlangıç noktasıdır.Bilmek bir parça varsaymak iken görmek bilerken hissettmektir"

diyen bir genç olan ben

Sonraları -bundan bir kaç yıl önce- Foucault'un şu sözlerini okuyunca şaşkınlığım artmıştı.Faucault hapishanleri kast ederek:

"İnsanlarin bilmeleri yetmez gözleriyle görmeleri de gerekir. Çünkü korkmaları gerekir; ama ayni zamanda, cezalandirilmanin kefilleri olarak tanik olmalari ve beli bir noktaya kadar bu ise katılmalari gerekir"
demiştir.
Tartışmasız geçen yüzyılın en büyük düşünürleri arasındaydı..

Angut Nedir - angut kuşunun özelliği

Bu kelimenin kuş olduğunu bilmeyen bir çok kişi vardır.Peki neden bu kuş hakaret unsuru olarak kullanılmıştır?Mesela birine hakaret etmek istersek kuş beyinli deriz küçük beyinli olduğunu söylemek için..Peki neden angut deriz?
 
Angut kuşunun özelliği eşi öldüğü zaman yanından bir an olsun ayrılmamasıdır.Çok ürkek bir hayvan olmalarına rağmen dişisinin yanında
bekleyen Angut kuşuna taş atsanız kaçmaz

Angut gibi bakmak bu anlamda hakaret değil aslında olması gereken eşsiz bir fedakarlık sadakat örneğidir.
Kelime çarpıtılmış yada böyle olmak angut kuşu gibi olmak hafife alınıp hakaret haline getirilmek istenmiş.Birine angut derken bunu da düşünmek lazım aslında...

Sıraya Geç uyarısının farklı ideolojiler tarafından dile getirilişi

Kişinin kurduğu iletişimlerde, onun kişiliğinin ve iletişim bilgisinin etkisi kadar, hangi rolü oynadığının, hangi değerleri benimsediğinin de önemi vardır. Diyelim ki Ahmet Bey kuyrukta bekliyor ve kuyruğun ön tarafına birisi kaynak yapıyor. Ahmet Bey bu münasebetsizi nasıl uyarır? Şüphesiz ki Ahmet Bey ait olduğu ekol ve dünya görüşüne uygun bir dil kullanacaktır. Şimdi bu tipleri bir görelim:

Klasik tepki:"Sıraya geç kardeşim."

Neoklasik tepki: "Şeker kardeşiim sıraya geçiver."

Realist tepki: "Sıra var."

Sürrealist tepki: "Sallandıracaksın bunlardan ikisini Kızılay'da bak bir daha yapabiliyorlar mı?"

Romantik tepki: "Beyefendi galiba sırayı görmediniz."

Modern tepki: "Efendim insanımız eğitimsiz. Halbuki Avrupa'da..."

Postmodern tepki: "Sırana geç lan ayı!"

Uzlaşımcı tepki: "Acelesi olmasa öne geçmezdi, üzmeyin garibi..."

Devrimci tepki: "Altyapı sorunları çözülmeden halkımız sıraya geçmez.. Devrim olunca herkes hizaya gelecek."

Kaderci tepki: "İki dakika fazla beklesek kıyamet mi kopar? Kısmetse hepimizin işi görülür."

Septik kuşkucu tepki: "Ön ve arka kavramları görecelidir. O tarafın ön taraf olduğuna kim karar verdi? Öne geçtiğini zanneden, aslında arkaya geçmiş olabilir."

Kantçı tepki: "Efendim, algılanmayan şeyler yok demektir.Bakmayın o tarafa, adam yok olur."

Kötümser varoluşçu tepki: "Herkes bir gün ölecek. Onurlu bir şekilde bekleyin. Bir gün o adam da ölecek."

İyimser varoluşçu tepki: "Sıkmayın canınızı, şu anın tadını çıkarmaya çalışın. Bakın ne güzel hayattasınız ve birileri önünüze 
geçebiliyor."

Hümanist tepki: "İnsanlık bir bütündür. Birimiz hepimiz,hepimiz birimiz için. Dolayısıyla birimiz öne geçince, aslında hepimiz öne geçmiş oluyoruz."

7 Mart 2012 Çarşamba

Anonymous hacker grubu Başbakanlığa saldırdı


Anonymous Başbakanlığa saldırdı

Dünya devletlerinin korkulu rüyası, uluslararası siber-aktivist hacker grubu Anonymous, Başbakanlık bilgi ağına da saldırdı.
Hürriyet'in haberine göre, resmi yazışmalara ulaşmaya çalışan hacker grubu ile Başbakanlık bilişim güvenlik uzmanları arasında süren siber savaş sonrasında saldırı başarıyla püskürtüldü. Dünyanın en tehlikeli hacker grubu olarak bilinen ve devletlerin bilgi ağına girerek çok gizli belgeleri deşifre eden Anonymous’un yeni hedefi Başbakanlık bilgi ağı oldu. Hackerlar karşılarında Başbakanlık bilişim güvenlik uzmanlarını buldu. Başbakanlık güvenlik duvarı, SMS atarak uzmanları uyardı. Alarma geçen 5 bilişim güvenlik uzmanı, hiç vakit geçirmeden bilgisayarlarının başına geçerek sistemi savunmaya başladı. İki grup arasında kıran kırana geçen siber savaş sırasında karşılıklı laf atmalar da oldu. ABD Virginia ve Çin’den yapıldığı tespit edilen saldırıların yoğunluğu artınca Başbakanlık Güney Virginia Üniversitesi’nden erişimi engelledi. Bu engelleme ile Başbakanlık saldırıyı püskürtmeyi başardı. Saldırının püskürtülmesinin ardından önlemleri arttıran Başbakanlık, Türk mühendislerinin hazırladığı yerli yazılım bir güvenlik duvarı kurdu. 

farklihaber8.com